Şirin Kırşehir

16.1.13

İbn-i Batuta'ya Göre Anadolu ve Anadolu'da Ahilik

İBN-İ BATUTA'YA GÖRE ANADOLU'DA AHİLİK ve AHİLER
Osmanlı tarihi açısından önemli bir yere sahip ve birçok yönüyle de orijinal bir Türk müessesesi olan Ahi teşkilatı, her yıl ekim ayı içerisinde kutlanmasından da anlaşılacağı üzere günümüz dünyasına kalan önemli bir mirastır. Ekseriyetle dini ve tasavvufi bir yapıya sahip olduğu düşünülen fakat günümüzde dahi çeşitli meslek örgütlerine ve yardımlaşma kurumlarına pek çok açıdan örnek olabilecek nitelikte bir teşkilat olan Ahilik müessesesinin, oluştuğu ilk dönemler ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna tesiri hususunda nerdeyse bütün bilim adamları fikir birliğine varmıştır. 14. yüzyılın ilk yarısında - yani Anadolu’nun Moğol istilası nedeniyle siyasi ve sosyo-ekonomik açıdan çözülüşe girdiği bir dönemde- Anadolu’ya gelmiş ve pek çok şehri gezmiş olan seyyah ve gezgin İbn-i Batuta, gerçek ismi ile Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah el-Levati et-Tanci'nin orijinal ismi Tuhfetu’n Nüzzar fi Garaibi’l Emsar ve’l Acaibi’l Esfar adlı seyahatnamesindeki, Ahiler ve teşkilatları hakkındaki izlenimlerini aktaracağız.

İbn-i Batuta Ve Seyahatnamesi
Tarih bilimi, toplumlar için çok önemlidir. Bu bakımdan yazılı ve sözlü kaynak, Tarih bilimi için birinci dereceden önemli bir ihtiyaçtır. Nitekim geçmişte var olmuş toplumları; kültürlerini, yaşam tarzlarını, ideolojilerini, kayda değer önemli olayları ancak ciddi bir yazılı kaynak ile gün yüzüne çıkartabiliriz. Seyahatnameler de tarih için önemli bir kaynak grubu olarak görülür. İbn-i Batuta Seyahatname’si de bu bakımdan oldukça önemlidir. Batuta her ne kadar Osmanlı Devleti’nin henüz kurulduğu bir dönemde Anadolu’ya gelmişse de verdiği bilgiler ile Osmanlı kültür ve medeniyeti ve özellikle temelleri üzerinde yükseldiği Selçuklu Dönemi hakkında fikir yürütmemize imkân sağlamaktadır. İbn-i Batuta (1304-1369), Anadolu’da tam anlamıyla siyasi bir bölünmüşlüğün ve kargaşalığın hakim olduğu ve Moğol etkisinin henüz ortadan kalkmaya başladığı fakat bu topraklarda altı asırdan fazla hüküm sürecek yeni bir oluşum olan Osmanoğulları’nın kuruluşu sürecinde yaşamış ve bu dönemde dünyanın pek çok yerini olduğu gibi Anadolu coğrafyasını da gezme ve görme şansını elde etmiştir. Batuta seyyah olmanın bilincini en başından kavramış olacak, gezdiği coğrafyalardaki izlenimlerini kayıt altına almaya çalışmış, ancak Hindistan’da iken haydutlar tarafından soyulması ve bir defasında da gemisinin batması nedeniyle bu bilgileri kaybetmiştir. Şu andaki mevcut eser ise onun hafızasında kalan olayları, memleketine döndükten sonra kâtip İbn Cüzey el- Kelbi’ye aktarması ve İbn Cüzey’in bazen küçük ilavelerde bulunmasıyla meydana gelmiştir. Dolayısıyla Seyahatnamesi tarihçiler tarafından yer yer tutarsızlıkla suçlanır. Ancak buna rağmen, verdiği bilgilerin dönemin olayları ile olan büyük oranda tutarlılığı, Batuta Seyahatname’sini hazineler kadar değerli kılar. Dönemin teknolojik şartları ve siyasal kargaşalığı göz önünde bulundurulursa milyonlarca kilometrelik bir coğrafyayı, kazasız belasız gezebilmiştir. Batuta’nın bu süreçte altmış kadar hükümdar, ikiyüzün üzerinde devlet adamını ve ikibin kadar âlimin mezarını ziyaret etmesi şaşırtıcıdır. İslam Dünyası’nın büyük bir bölümünün toplumsal, siyasal ve kültürel durumu hakkında önemli bilgiler veren Batuta, söz konusu zaman ve mekân hakkında çalışma yapan araştırmacılara (özellikle Türk-Moğol Tarihi üzerine çalışan) ve herhangi bir okuyucuya macera dolu bir serüven yaşatan önemli bir eser bırakmıştır. XIV. yüzyılda yaşamış devrinin en önemli seyyahı olan İbn- i Batuta, gerçekte hac ibadetini yerine getirmek ve bölgedeki ünlü bilginlerden ders almak amacıyla çıktığı seyahatine, “hiçbir yoldan iki kez geçmeme ” kuralını benimseyerek devam etme kararı vermiş ve ‘dünyanın olabildiğince çok yerini gezme’ ve ‘yeni ülkeler ve halklar tanıma’ düşüncesi ile yollara düşmüştür. Seyahati boyunca pek çok memleket gezen Batuta, gittiği ülkelerde pek çok sultan, hükümdar ve valinin hürmetine mazhar olmuş ve aldığı çeşitli yardımlarla yolculuğunun devamını sağlamıştır. 1325 yılında memleketi Tanca (Fas)’dan yola çıkan İbn-i Batuta, önce Kuzey Afrika sahillerinden Mısır’a, buradan Kudüs ve Suriye’ye gelmiş ve orada katıldığı bir kervan ile geldiği Mekke’de hac görevini yerine getirmiştir. Buradan Irak, Güney İran, Azerbaycan ve Bağdat’a gitmiş ve yeniden Mekke ve Medine’ye dönmüş, ancak burada daha fazla kalamayarak 1330 yılında yeni bir yolculuğa çıkmıştır. Cidde’den bindiği bir gemi ile Kızıldeniz’in iki kıyısını izleyerek Yemen’e immiş, Yemen’i karadan geçerek Aden’e geldikten sonra yolculuğunu yeniden gemiyle sürdürmüştür. Bu kez, Doğu Afrika kıyısı boyunca Tanzanya‘ya kadar uzanarak, ticaretle uğraşan kent devletlerini gezmiştir. Dönüşünde Güney Arabistan, Umman, Hürmüz, Güney İran ve Basra Körfezini geçerek 1332’de yeniden Mekke’ye ulaşmıştır. Mekke’deyken Delhi Sultanı Muhammed Bin Tuğluk’un Müslüman bilginlere gösterdiği cömertliği duyunca, bu kez Hindistan’a gitmeye kara veren Batuta, Hindistan’a doğrudan giden elverişli bir yol olmadığından kuzeye yönelerek yeniden Mısır ve Suriye’den geçmiş, buradan Lazkiye’ye gelmiştir.

Batuta Anadolu’da
Lazkiye’de Martolomin adında Cenevizlinin gemisine binerek Anadolu’ya gelen Batuta, Anadolu’da pek çok yeri görme imkanı bulmuş ve bu dönem Anadolu’su hakkında çok değerli bilgiler bırakmıştır. Dönemin siyasi teşekkülleri, yaşam tarzı, dini ve sosyal kurumları, şehir hayatı vs. hakkında verdiği bilgiler, Tarihçilerin olduğu kadar diğer bilim adamlarının da dikkatini üzerine çeker. Fakat biz burada, Batuta’nın dönemin önemli bir olgusu olan Ahiler hakkındaki izlenimlerini anlatacağız. Nitekim seyyahımız, gittiği her yerde Ahi gruplarına rastlamış, onların üstün şecaatlerine şahit olmuştur. İbn-i Batuta, Bilad-ı Rum (Rum Memleketi) diye tesmiye ettiği bu toprakların, bir zamanlar Rumların ve Yunanlıların elinde olduğunu ve daha sonra Müslümanların bu toprakları adım adım fethettiklerini söyler. Anadolu’yu dünyanın en güzel toprakları olarak niteleyen Batuta, devamla “Cenab-ı Hak, dünyanın öteki ülkelerinde ayrı ayrı ihsan ettiği güzellikleri burada topyekün bir araya getirmiştir. Ahalisi güzel yüzlü ve temiz giyinişlidir. Yemekleri ise çok nefistir. Burada yaşayanlar Allah’ın en şefkatli kulları olup, onlar için ‘Bolluk ve bereket Şam’da, şefkat ise Bilad-ı Rum’dadır.’ denilmiştir. Bu ülkede bir zaviye ya da eve indiğimizde, komşularımız, kadın olsun erkek olsun derhal durumumuzu soruştururlardı. Ayrılacağımız sırada sanki akrabaymışız gibi bizimle vedalaşırlar ve bu ayrılıktan duydukları üzüntüyü gözyaşları ile ifade ederlerdi.” diyerek, dönemin Anadolu insanının kişilik yapıları ve yaşam tarzı hakkında önemli bilgiler vermiştir. Batuta, Anadolu halkının hepsinin İmam Ebu Hanife mezhebinden ve ehl-i sünnet olduğunu, aralarında Kadiri, Rafizi, Mutezili, Harici ve ehl-i bid’at olmadığını belirtir.

Dünyada Bir Eşi Daha Bulunmayan Bir Cemiyet : Ahiler
Batuta, “Dünyada bir eşi daha bulunmayan bir cemiyet” olarak nitelendirdiği Ahilerin, Türkmenlerin yaşadıkları her yerde bulunduğunu ve bekar ve sanat sahibi gençlerin oluşturduğu bir tür cemiyet olduğunu söyler. Ahilerin birbirleriyle çok sıkı bir dayanışma içerisinde olduklarını ve her birinin halk içinde itibarlı bir mesleği olduğunu söyleyen Batuta, ayrıca Ahilerin memleketlerine gelen yabancılara yakın ilgi gösterdiklerini, onların yiyecek ve içeceklerini temin ettiklerini ve misafirlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için ellerinden geleni yaptıklarını söylemektedir. Batuta, Şiraz ve İsfahan halkının hareketlerine benzese de Ahilerin “Memleketlerine gelen ve giden yolculara yakın ilgi göstermek, şefkat ve iltifatta bulunmak bakımından onlardan daha ileri” olduklarını söylemektedir. Batuta, Ahilerin yaşadıkları bölgede istikrarın ve güvenliğin sağlanmasında da önemli rol oynadıklarını belirtir. Bu dönem Anadolu’sunda güçlü bir merkezi iktidar olmadığından, Ahiler kentlerde bir takım kamu hizmetlerini de üzerlerine almışlar ve politik bir güç olmuşlardır. “Ahiler yaşadıkları yerlerdeki zorbaları yola getirir, herhangi bir sebeple bunlara iltihak edenleri tek tek ortadan kaldırırlar.” Anadolu’da her gittiği yerde rastladığı Ahilerin günlük olağan yaşam tarzlarını şu şekilde tasvir eder: “Ahilerin bir araya gelerek oluşturduğu bu cemiyete Fütüvve (Gençlik) adı verilir. Reis seçilen kimse bir zaviye yaptırarak içini halı, kilim, kandil ve diğer lüzumlu eşyalarla donatır. Arkadaşları gündüz çalışarak kazandıklarını ikindiden sonra reise getirirler. Bu para ile yiyecek-içecek ve zaviyede sarf olunan diğer ihtiyaç maddelerini satın alırlar. O gün yörelerine bir misafir gelirse onu zaviyelerinde ağırlar ve ortak sermayeleriyle aldıkları bu yiyeceklerle kendisine güzel bir ziyafet çekerler. O kimse yöreden gidinceye kadar onların misafiri olur. Konuklarını uğurlarlar ve nağmeler söylerler. Ahiler yörelerine yabancı bir misafir gelmediği zamanlarda da birbirlerinden kopmazlar, yine zaviyelerinde toplanıp yemek yerler. Sabahleyin düzenli olarak işlerine gider, gün içinde kazandıklarını ikindiden sonra getirip reislerine verirler. Bunların reislerine verdikleri paraya fityan denilir. Ahi cemiyetin olduğu gibi aynı zamanda reisin de ismidir.”

Ahilik
Ahilerin yaşam tarzları karşısında hayretler içerisinde kalan Batuta, başından geçen ilginç bir olayı şu şekilde anlatır: “Antalya’ya geleli henüz iki gün olmuştu ki, bu ahilerden biri Şeyh Bedreddin-i Hamavi’nin yanına gelerek onunla Türkçe konuştu. O zaman hiç Türkçe bilmiyordum. Üzerinde eski ve yıpranmış bir elbise, başında da keçe külah vardı. Şeyh bana, ‘Bu adamın ne dediğini biliyor musun.’ diye sordu. ‘Ne sorduğunu anlayamadım’ dedim. ‘Seni ve arkadaşlarını yemeğe davet ediyor’ demesiyle hayrete düştüm, ama o an için teklifi kabul etmek zorunda kaldım. Ahi çıkıp gittikten sonra Şeyhe, ‘Görünen o ki bu adam fakirdir. Bizi ağırlamaya gücü yetmez. Kendisini rahatsız etmek istemeyiz.’ dedim. Bunun üzerine şeyh tebessüm etti ve ‘Bu konuda tereddüt etmene hiç gerek yok. Seni davet eden kişi Ahilerin reislerinden biridir. Kendisi kunduracıdır ve cömertliğiyle tanınmıştır. Yöredeki sanat sahiplerinden aşağı yukarı iki yüz arkadaşı vardır. Bunlar onu reis seçtiler ve bir zaviye inşa ettiler. Şimdi gündüz kazandıklarını gece sarf etmektedirler.' cevabını verdi.”

Ahilerin toplumda meydana getirdikleri mekanizmanın henüz farkında olmayan Batuta, Ahilerin başı konumundaki bir şahsın böylesine mütevazi bir hayat yaşadığını görünce şaşkınlığını gizleyememiştir. Nitekim Batuta, “Ahilerin yabancılara yönelik bu dostane tutum ve davranışları, şahsıma yönelik içten ikramları beni hayretler içinde bırakmıştı.” demektedir. İbn-i Batuta, Anadolu gezisinin her safhasında Ahilere rastlamış ve onlardan övgüyle bahsetmiştir. Gölhisar’da gittiği Ahi zaviyesinde de aynı konukseverliğin gösterildiğini belirten Batuta, buradan Ladik (Denizli)’e geçmiş ve burada Ahi gruplarının misafirlerini karşılamak amacıyla birbirleriyle nasıl kavgaya tutuştuklarına bizzat kendisi şahit olmuştur. “Beldeye geldiğimiz saatlerde, biz çarşıdan geçerken bazı kimseler dükkânlarından çıkıp hayvanlarımızın dizginlerine yapıştılar. Bir başka gurup ise bunlara engel olmaya kalkıştı ve bu yüzden aralarında kavga çıktı. Hatta bazıları birbirlerine bıçak çekmeye bile kalkıştı. Ne söylediklerini anlayamadığımız için müthiş bir korkuya kapılarak, bölgede yol kesicilik yapan Germiyanlılarla karşılaştığımızı, bu şehrin onlara ait olduğunu ve mallarımızı elimizden almaya çalıştıklarını sandık. Ortalıkta tam bir kargaşa yaşanıyordu. tam bu sırada Cenab-ı Hak bizi Arapça bilen bir hacıya rast getirdi. Ondan, bu kişilerin bizden ne istediklerini sordum. ‘Korkmayın’ dedi. ‘Bunlar Ahilerdir. Sizi ilk karşılayanlar Ahi Sinan’ın, diğerleri ise Ahi Duman’ın yoldaşlarıdır. Her iki grup da kendi zaviyelerine inmenizi istiyorlar.’”

Batuta, misafirlerini ağırlamak için gerekirse kavga eden hatta birbirlerine bıçak çeker duruma gelen Ahilerin bu yüksek misafirperverliği karşısında hayretler içerisinde kalmış ve tedirgin olmuş, ancak neyse ki mesele kur’a çekilerek halledilmiştir. Batuta kur’anın Ahi Sinan’a çıkmasından sonra, hep birlikte Sinan’ın zaviyesine gittiklerini, burada kendisine çeşitli yemekler sunulduğunu, daha sonra hamama gittiklerini ve Ahi Sinan ve arkadaşlarının kendisi ve yakınları için nasıl koşuşturduğunu belirttikten sonra devamla şunları söyler. “Hamamdan çıktıktan sonra mükellef bir sofra hazırlandı. Sofra türlü türlü yemekler, çeşit çeşit tatlılar ve bol bol meyvelerle donatılmıştı. Yemeği yedikten sonra hafızlar Kuran-ı Kerim okudular.”

Batuta buradan sultanın davetine icabet etmiş ve daha sonra bu sefer Ahi Duman’ı kendilerini bekler bulmuştur. Batuta, Ahi Duman ve arkadaşlarının da Ahi Sinan gibi kendilerine azami hizmet ettiklerini hatta fazladan bir jest yaparak hamamdan çıktıktan sonra kendilerine gül suyu döktüklerini söylemektedir. Batuta, burada kaldığı birkaç günde Ahiler hakkında önemli bilgiler edinmiş olmalıdır. Daha sonra Muğla taraflarına doğru hareket eden Batuta, “Bilad-ı Rum’un en güzel ve büyük şehirlerinden biri” dediği Milas’a gelmiş ve burada da bir Ahi tekkesinde misafir edilmiştir. Buradaki Ahilerin öncekilerden daha fazla ilgi gösterdiğini söyleyen Batuta, buradan Ahi Ali’nin dergahına gitmiştir.

Buradan Sivas’a yol alan Batuta, burada da Ahiler tarafından karşılanmış, Ahi grupları arasında tatlı bir rekabete şahit olmuştur. Batuta, özellikle kendilerini ilk karşılayan tarafın, kendi zaviyelerine misafir olmasından duydukları sevinci dile getirir. Batuta daha sonra, bu toprakları Irak Sultanı adına yöneten Emir Alaaddin Eretna’yı ziyaret etmiş ve onun Yakındoğu memleketlerine ilişkin soruları üzerine, bu memleket ve hükümdarlarından sitayişle (överek, methederek) söz etmiştir. Emir’in Batuta’yı misafir etmek istemesi üzerine, Ahi Çelebi devreye girerek“Henüz benim zaviyeme misafir olmadılar, önce bize gelsinler, siz de sofranızı oraya gönderirsiniz”diyerek, Batuta’yı zaviyesinde ağırlamıştır. Emir Eretna’nın ve Ahi Ahmet ve Ahi Çelebilerin izzet ve ikramları karşısında oldukça duygulanan seyyahımız, “Türk illerinde gördüğümüz misafirperverlik gerçekten eşsizdi.” demekten kendini alamamıştır.

Batuta daha sonra Amasya, Gümüşhane, Erzincan şehirlerine buradan Erzurum’a gelmiş ve burada da bir Ahi zaviyesinde ağırlanmıştır. Batuta’nın, ertesi gün yoluna devam etmek istemesine gücenen Ahi Duman, “Şayet böyle erkenden giderseniz, buralardaki itibarıma gölge düşürmüş olursunuz. Benden hoşnut olmadığınızı düşünürler. Zira bizde misafirlik en aşağı üç gündür” diyerek Batuta’nın üç gün daha kalmasını sağlamıştır. Bu durumda İbn-i Batuta’nın müşahedeleri, asırlar öncesindeki Anadolu’da Türk sosyo-kültürel yaşamının ne derece ileri seviyede olduğunun bariz göstergeleridir. Günümüzde dahi Anadolu’muzda bu kültürel ananelerin sürdürüldüğüne şahit olmaktayız. Batuta, Erzurum’dan geri dönerek Batı Anadolu dolaylarına hareket etmiş ve sırasıyla Birgi, Tire, Ayasluğ, İzmir ve Manisa üzerinden Balıkesir’e yönelmiştir. Buralarda da ahi gurupları tarafından ağırlanan Batuta, Ahilerden klasik Türk misafirperverliğini görmüştür. Bursa’da Ahilerin büyüklerinden Ahi Şemseddin’in zaviyesine inen Batuta, buradaki izlenimlerini şu şekilde anlatır. “Onun (Ahi Şemseddin’in) misafiriyken eyyam-ı aşura (Aşure günü) gelip çattı. Ahi Şemseddin bu özel günün şerefine zaviyesinde çeşitli yemekler hazırlatarak, üst düzey komutanları ve şehir halkını toplu bir ziyafete davet etti. Hep birlikte iftar ettik. Güzel sesli hafızlar Kur’an-ı Kerim tilavet ettiler. Vaiz Mecdeddin-i Konevi de davet edilenler arasında olup, çok güzel ve anlamlı bir vaaz verdi.” O gece Batuta için “Türk illerinde yaşadığı en güzel gecelerden biri” olmuştur. Batuta, “Cenab-ı Hak cömert ve hamiyet sahibi olan, yabancılara şefkat ve merhameti esirgemeyen, misafirlerine iyilikle muamele ederek muhabbet gösteren şu taifeyi daima hayırla mükafatlandırsın. Allah bütün Ahilerden razı olsun. Bilinmelidir ki onlardan herhangi birinin zaviyesine adım atan bir yabancı, en sevdiği yakınının yanına gelmiş gibi mutlu, huzurlu ve güvende olur.” diyerek duygularını dile getirmiştir.

Batuta Bursa’dan hareketle İznik ve Geyve’ye gelmiş burada yine bir Ahi zaviyesine misafir olmuştur. Ancak yanında tercümanı olmadığından Ahiler ile iletişim konusunda sıkıntı yaşamış hatta kendi deyimiyle bazı komik durumlar da yaşanmıştır. Zaviye sahibi bunun üzerine Arapça bilir düşüncesi ile hocayı çağırmış. Hoca Farsça konuşmaya başlayınca iletişim sorunu devam etmiş. Bunun üzerine hoca yaşadığı çaresizlikten dolayı sevimli bir yalana başvurmuş. Ahilerin liderine dönerek “Bunlar eski Arapça konuşuyorlar, ben ise sadece yeni Arapçayı biliyorum” diyerek paçayı kurtarmaya çalışmış. Çünkü hoca Arapça bilmiyormuş. Sonuç olarak Ahiler Batuta’ya,“Hazreti Peygamberin(s.a.v.) ve ashabının dili olan Arapça’yı konuştuğu” için bolca ikramda bulunmuşlar. Öyle ki Batuta, zaviyede bulundukları süre boyunca “yediğimiz midemizde, yemediğimiz başucumuzdaydı” demektedir. Seyyahımız, buna benzer başka bir durumu da Yenice’de yaşamıştır. Batuta’nın yolda rastladığı bir dervişe bir Ahi zaviyesi olup olmadığı sorusuna “Evet” cevabı alan Batuta, Arapça bilen bir tercüman bulduğu için çok sevinmiş, ancak daha sonra, dervişin Arapçada sadece “Evet” kelimesini bildiğini görünce sevinci kursağında kalmıştır.

Batuta daha sonra Mudurnu ve Bolu’ya gelmiş ve burada gördüğü konukseverlik yaşadığı tüm olumsuzlukları unuturmuştur. Buradan hareketle Gerede, Safranbolu ve “Az bir gelirle yaşamak isteyenler için biçilmiş kaftan” diye nitelendirdiği Kastamonu’ya gelmiş ve burada Fahreddin Bey’in yaptırdığı büyük bir zaviyeye inmiştir. “Fahreddin Bey, zaviyeyi yaptırdıktan sonra bakım işlerini ve içinde kalan dervişlerin düzenini ise oğluna havale etmiş. Bu çalışmaların layıkıyla yürütülebilmesi için de oradaki köyden elde edilen bütün gelir anılan zaviyeye aktarılmıştır. Öte yandan cömert Türk sultanı, bu büyük misafirhaneye ek olarak, onun tam karşısına bir hamam yaptırmayı da ihmal etmemiş; böylelikle bu güzergâhtan geçen bütün yolcuların orada hiçbir ücret ödemeksizin temizlenip paklanmasını sağlamış. Bu zaviyenin kuruluş senedinde, Fahreddin Bey tarafından şart koşulan hizmetler arasında, Harem-i Şerif yada Şam, Mısır, Irakeyn, Horosan gibi ülkelerden gelecek dervişlere zaviyenin evkafından birer kat elbise ile yüzer dirhem harçlık verilmesi, oradan ayrılacakları zaman yolluk olarak üç yüz dirhem ödenmesi, dergahta kaldıkları süre boyunca yemek için et, pirinç, yağ ve helva verilmesi,bunun yanı sıra Bilad-ı Rum ahalisinden her dervişe de on dirhem harçlık verilip üç gün süreyle ziyafet çekilmesi gibi maddeler yer almaktaydı.” Batuta, Kastamonu’dan hareketle Anadolu’daki son durağı olan Sinop’a hareket etmiş ve burada kırk gün kalmıştır. Daha sonra uygun bir gemiye rastlayan seyyahımız Anadolu topraklarından ayrılarak Kuzey Türk memleketlerine olan seyahati için Karadeniz’e açılmıştır.

Batuta Seyahatnamesi Türk Dünyası için büyük öneme sahiptir. Osmanlıların kökeni, kuruluş dönemi izledikleri stratejileri, ancak o dönemin siyasi, sosyal, dini ve kültürel durumunu derinlemesine ve objektif olarak irdelediğimiz zaman anlama şansı buluruz. Bu bakımdan, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sürecinde, Ahi teşkilatının önemle irdelenmesi gerekir. Orhan Bey ve oğlu Süleyman yeni fethedilen alanlarda bu Ahiler ve öteki dervişler için vakıflar yaptırarak Osmanlı devlet ve hanedanının kuruluşunda Ahilerin ve dervişlerin önemli rol oynadıklarını teyit etmiştir. Bu çok önemlidir; çünkü bu dervişler o zamana kadar Anadolu’nun yerli halkının alışık olmadığı bir misyonun temsilcileridir. Osmanlı’nın kuruluş ve gelişme yıllarında meydana gelen bazı siyasi ve sosyal hadiseleri açıklayabilmek, ancak bu dönemde rol oynayan dervişlerin varlığını bilmekle mümkündür. İbn-i Batuta Seyahatnamesi, dönemin Türk toplum yapısı ve Anadolu’nu sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik durumu açısından doyurucu bilgiler verir. Bu bakımdan İbn-i Batuta Seyahatnamesi’nin, Türk kültür ve medeniyetine olan katkılarından dolayı müstesna bir yeri vardır.

0 yorum:

Haftalık En Çok Okunanlar